Sayfalar

28 Aralık 2011 Çarşamba

Güney Kore'ye "Uçuyorum" :)

Heyecanlanmayın sayın okurlar Kore'ye falan uçtuğum yok :) Sadece geçen hafta izlediğim bir programdan bahsedeceğim size. Trt Haber'de izlediğim "Uçuyorum" programından. Geçen hafta cumartesi günü Güney Kore'deydi program ekibi. Öyle bir ilgiyle izlemişim ki bir baktım hemen bitivermiş, ben de şaşırdım :) Neyse size programa dair aklımda kalan, hoşuma giden, eleştirdiğim birkaç şeyden bahsetmek istiyorum, buyrun başlayalım o zaman :)

Programın tamamını net olarak hatırlamıyorum ama ilk gittikleri yer Changdeokgung Sarayı'ydı.

Tarihi diziler sayesinde ötesini berisini bir güzel ezberlediğimiz Kore saraylarından biri bu da.. Kızımız içerisini gezdi, bahçede de etkinlikler vardı onları izledi falan.. Yalnız kıyafetlerini bile ezberlemişim adamların, bizim yeniçerilerin kıyafetlerini sorsanız 10 dakika düşünürüm ya neyse :)



Daha sonra Seoul Kulesi'ne çıkıp gökdelenler şehri Seul'u izlediler.. Savaş nedeniyle tüm tarihi yapıları yok edilmiş olan Seoul gerçek anlamda bir metropolitan şehri oluvermiş.. Ablam "Hiç güzel değil burası ya neden gitmek istiyorsun sen?" deyince benim savunmamı görmeniz lazımdı: "Onların tüm tarihi dokuları yok edildi tamam mı, böyle değildi baa!!" :) Bu arada kuledeki insanları gördüğümde bir kez daha şöyle bir sonuca vardım: Koreli insanlar gerçekten de pek güzel değiller yau :) Bizim bayıldığımız aktör, şarkıcı vb. ünlü tayfasından insanlar haricinde eline yüzüne bakılır pek insan yok maalesef sanırım :( Tabii estetik mucizelerini de söylemiyorum bile, neyse neyse estetiğe devam ey Kore milleti diyorum, gerekliyse yapacaksın kardeşim :)

Yine geyiğe sardım ben, neyse daha sonra Kore Savaş Müzesi'ne geçti ekip. Burada Kore Savaşı'na dair tüm detaylar vardı. Özellikle savaş alanını gösteren o temsili insanlar, çadırlar falan çok güzeldi, çok canlıydı.. Çadırın içinden bir bebeğin ağlama sesi bile geliyordu.. Bir de merkezin içine dijital ekranlar yerleştirmişler, girip Kore Savaşı'nda Güney Kore'ye yardım eden tüm ülkelerin savaşta yaptıkları hakkında bilgi alabiliyorsunuz, hem de Türkçe de dahil savaşa katılan tüm ülkelerin dillerinde! Adamlar tarihlerine önem veriyor işte, işin özü bu aslında..

Daha sonra hiç beklemediğim bir yere gittiler. İstanbul Kültür Merkezi! Evet böyle bir yer varmış Kore'de :)



Bir oda var içinde, Türklerin yaşam alanını temsil eden şeylerle döşenmiş. Türk halıları, minderler, bakır güğümler, divanlar falan.. Güzel olmuş.. Başka bir odada bir grup insan Türkçe öğreniyordu. Nasıl tatlılar ya, çat pat konuşmaya çalışıyorlardı muhabir kızla :) Dil olsun da Korece-Türkçe olsun dedim içimden ben de, bir Koreli için öğrenmesi en basit dil kesinlikle Türkçe, tabii bizim için de aynı şey geçerli..

Ve hatırladığım kadarıyla son durak Namdemon Pazarı'ydı. Burası bizim pazarlarımıza benziyor. Dizilerde filmlerde gördüğümüz şeyler de var tabi içinde: sokak satıcıları, yemek çadırları vs. vs. Yalnız bu noktada beni çok şaşırtan şeyler oldu. Trt gibi kaliteli bir kanal, bir devlet kanalı en azından bir tercümanla, rehberle gitmez mi tanıtmaya çalıştığı ülkeye? Muhabir kızımız tek kelime Korece bilmiyordu, e satıcı kadınlar da İngilizce bilmiyorlar, öylece bakıştılar. Diyelim ki rehber yok kabul, bir konuşma kılavuzu alsaydın eline de bir iki Korece cümle ezberleseydin be kızım.. Aynı tarz bir program olan "Ayna" da Güney Kore'ye gitmişti, yalnız o programın sunucusu o kadar tecrübeli ki hemen 3-5 cümle Korece öğrenmiş, kadınlarla ayaküstü sohbet falan etmişti :)

Neyse işte kızımız bu dil sorunsalı yüzünden sokak tezgahlarında gördüğü yiyecekleri uydurmak zorunda kaldı:

"Eee.. İşte bu da salçalı bir yemek sayın seyirciler.. Üzerindeee.. Biber var.. İçinde de sanırım şey var.. Balık var evet.."

Hadi bu yemek tuttu diyelim, bir başka uydurduğu yiyecek tutmadı da, çok güldüm bu kısımda ama:

"Bu da bir çeşit suşi, ama dürüm şeklinde yenen bir suşi, yani böyle ısırıp yiyorsunuz ehe ehe!"

Ah be kızım, o suşi değil kimbap, ayrıca o dürüm gibi yenir mi hiç, daha dilimlenmemiş yau :)

Aaah ah sevgili Trt ekibi beni gönderecekti ki tozunu attıracaktım Seoul'ün :) Şaka bir yana tabi bizim artık fazla donanımlı olmamızdan kaynaklanıyor tüm bunlar, yoksa başka bir izleyicinin bunları fark edip rahatsız olmasına imkan var mı hiç :)

Son olarak ilk defa şahane bir Kore tatlısıyla karşılaştım. Görünüş olarak tıpkı bizim pişmaniyeye benzeyen bir tatlı bu, adı "Kkultarae". Baldan yapılıyor. Avuç  içi kadar soğutulup sertleştirilmiş balı alıp çekiştirmeye başlıyorlar. O pişmaniye gibi uzuyor tabii. Uzayan teller birbirine yapışmasın diye de mısır ununa batırılıyor. Ve sonunda tam 16.000 tel meydana geliyor, 16.000 tel bal :) Tellerin için ceviz koyup servis ediyorlar. Çok güzel ama değil mi? İlk defa lezzetli bir şey buldum Kore'ye dair çok mutluyum :)

Bu videoda da o telleri nasıl yaptıklarını gösteriyor tatlıyı yapan çocuğumuz. Çok tatlı yaa, "My English is outstanding!" deyişine öldüm :)

[youtube=http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=pCLYieehzGs]

Yazım burada bitti sayın okurlar.. Umarım bir gün gidip de bu yerlerin canlı canlı fotoğraflarını getiririz. Kocaman bir aminn sesi duymak istiyorum!! Ben de canım istemişken gidip pişmaniye alayım, onunla idare edeceğiz artık^^

22 Aralık 2011 Perşembe

70'ler Dönemi Türk Pop Müziği..

Uzun zaman olmuştu mim yazmayalı, tabii şu ödül mimlerini saymazsak :) Mim  olayı olmasa ben daha bir süre bloğa girmezdim herhalde :)  Güzel oldu güzel :) Neyse efendim, sevgili kaktüs çiçeğimiz Makinosev'in şu yazısında mimlenmiş bulunmaktayım :) Konumuz "Eski 45'likler". Kısaca tam benlik!! 1. sınıfta Kültür İnceleme dersinde proje konum "70'ler Dönemi Pop Müziği ve Dönem Kıyafetleri"ydi, bi dönem üzerinde uğraşmıştım yau, unutmam imkansız :) Bu yazımda da 70'ler dönemi Türk pop müziği tarihimize şöyle kısa bir bakış atacağız.. Buyrunuz, yolculuk başlasın :)

Türk pop müziği denildiğinde akla ilk gelen kişi elbette Erol Büyükburç.. Kendisi önceleri rock'n roll şarkıları söyeyip bu tarzda besteler yapsa da sonraları memleket müziklerine dönüş yaptı. 70'lerin ilk yarısında ise bir efsaneye dönüştü.. Çektiği filmler, bu filmlerin şarkıları herkesin diline pelesenk oldu.. "Bir başka sevgiliyi sevemem sevemem sevemeeeem.." sözleri şimdilerde bile herkesin hafızasında..

Bir Başka Sevgiliyi Sevemem 







70'ler aranjman türünün de ortaya çıktığı bir dönem. Aranjman, yabancı şarkılara Türkçe söz yazıp uyarlanarak seslendirilen parçalara deniyor. Türkçe söylemenin ayıp olduğu bir dönemde bu türde şarkılar söylendi hep.. Fecri Ebcioğlu aranjman türünün üstatlarından.. Kendisi o yıllarda ülkemize gelip giden Bob Azzam'ın şarkısı "C'est Ecrit Dans Le Ciel" adlı şarkısına Türkçe söz yazdı. Bu şarkıyı hepimiz biliyoruzdur sanırım: "Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerdeee, güzel bir kız yaşarmış Boğaziçi'ndee!!"

Bak Bir Varmış Bir Yokmuş 







Türk pop müziğinin gelişmesinde çok büyük katkıları olan Altın Mikrofon Şarkı Yarışması'ndan da bahsetmesek olmaz şimdi. Bu yarışma 1965-68 yılları arasında kesintisiz yapıldı, 72 ve 79 yıllarında da birer kez daha tekrarlandı. İlk yarışmanın birincisi Yıldırım Gürses ve şarkısı Gençliğe Veda oldu. Cem Karaca ve Erkin Koray da bu yarışmanın bize kazandırdığı seslerden.. O yıllarda Erkin Koray'ın söylemiş olduğu Kızları da Alın Askere, Silinmeyen Hatıralar, Şaşkın, Fesuphanallah gibi şarkıları hala hafızalarda yer alan şarkılardan..

Erkin Koray-Fesuphanallah 







Dönemin Anadolu pop tarzı grupları da oldukça ilgi çekiyor. Öyle Bir Geçer Zaman Ki'den sonra hepimizin tanıdığı Mavi Işıklar da bu dönem patlayan gruplardan.. Diğer gruplara bir göz atarsak elbette başı Moğollar çekiyor. Ajlan ve Üç Ozan, Türeyiş, Siluetler, Mavi Çocuklar da oldukça başarılı gruplar. Üç Hürel'i de unutmamak lazım tabii. Grubumuz ilk plağını 1971'de çıkarmış. İsmi "Şeytan Bunun Neresinde/Ve Ölüm". Bir Sevmek Bin Defa Ölmek Demekmiş ise benim en sevdiğim şarkıları..

Mavi Işıklar-İyi Düşün Taşın 







Üç Hürel-Bir Sevmek Bin Defa Ölmek Demekmiş







Barış Manço 1970 senesinde çıkardığı Dağlar Dağlar ile bir anda patlayan şarkıcılarımızdan. Bu çalışmasıyla Platin Plak Ödülü'nü kazandı. Daha sonraki dönem ise Kurtalan Ekspres adlı grubunu kurma çalışmalarıyla devam etti. 1975'te ilk uzunçalarını yayımlayan Manço'nun ilk ve tek filmi Baba Bizi Eversene..

Barış Manço-Dağlar Dağlar 







Dönemin pop starı hiç kuşkusuz Ajda Pekkan.. 1962 yılında gece kulübü Çatı'da program yaparak sanat dünyasına adım atan Pekkan 63 senesinde Ses Dergisi'nin kapak yıldızı oldu. Daha sonra başarılarıyla Türkiye'nin yurtdışına açılan yüzü olmayı başardı. Tanrı Misafiri, Uykusuz Her Gece, Hoşgör Sen, Kimler Geldi Kimler Geçti şarkıları yine benim favorilerimden.. Süper star 1980 yılında Petrol isimli şarkıyla Türkiye'yi Eurovision şarkı yarışmasında temsil etti. Bu klipteki tarzını falan çok seviyorum ben, kumral halleri çok güzelmiş gerçekten..

Hoşgör Sen







Seveceğim, Gezeceğim







Nükhet Duru, Nilüfer ve Sezen Aksu bu dönem zirveye yerleşmiş olan isimlerden. Nilüfer ilk plağını 1972'de çıkardı, 73'te Dünya Dönüyor ile ilk Altın Plak'ını aldı. Nükhet Duru ise aynı ödülü Beni Benimle Bırak plağı ile aldı. İlk plağını yine 1975'te çıkaran Sezen Aksu ise asıl ününü Kaybolan Yıllar'a borçludur denebilir.. Olmaz Olsun, Kusura Bakma, Seni Gidi Vurdumduymaz yine dönemin başarılı çalışmalarından..

Sezen Aksu-Kaybolan Yıllar







Nilüfer-Göreceksin Kendini







TRT tarafından canlı olarak yayınlanan geniş kapsamlı ilk beste yarışması "Topluiğne Beste Yarışması". Aranjman türünün son bulmasını sağlamış ve birbirinden kaliteli müzisyenlerin, şarkıların ortaya çıkmasına ön ayak olmuştur bu yarışma.. Aynı zamanda Eurovision'a bir ön hazırlık da denebilir Topluiğne için. Esmeray ve Unutma Beni bu yarışmanın en önemli kazanımlarından biri.

Esmeray-Unutma Beni 







Eurovision Şarkı Yarışması'na da TRT'nin katılmaya karar vermesiyle beraber ilk kez 1975 senesinde dahil olduk. İlk seçimler gerçekten çok ilginçmiş, ikili bir seçim sistemi kurulmuş oylama için. Bir yanda posta kartları ile gönderilen halk oyları, diğer yanda TRT jürisi. Halk oylamasında Ali Rıza Binboğa "Yarınlar" ile birinci olurken, jüri Semiha Yankı'nın seslendirdiği "Seninle Bir Dakika" yı tercih etmiş. Bir de Cici Kızlar'ın Delisin'i birinciğe ortak olunca iş kuraya kalmış. Cici Kızlar'dan Bilgen Bengü boş zarfı çekince birincilik Semiha Yankı'ya kalmış.. Fakat 22 Mart 1975 gecesi oylamanın sonlarına doğru ancak Monako'dan 3 puan alarak sonuncu olmuşuz.

Semiha Yankı-Seninle Bir Dakika 







Ali Rıza Binboğa-Yarınlar







70'lerin pop şarkılarını, 90'lar kuşağına dahil olan benim ve benden küçüklerin çok iyi bilmesinin en büyük sebebi Hababam Sınıfı'dır hiç kuşkusuz. Dönemin en güzel şarkılarını bu seri sayesinde tanıdık sevdik.. Yoksa Seyyal Taner, Ali Rıza Binboğa, Erkin Koray gibi isimleri nereden duyup benimseyecektik :) En güzel Hababam Sınıfı şarkılarından bahsedeceksek, Seyyal Taner'den Son Verdim Kalbinin İşine, Beyaz Kelebekler'den Sen Gidince, Güzin ile Baha'dan Gençlik Başımda Duman, Yeliz'den Bu Ne Dünya, Erkin Koray'dan Estarabim, Erol Evgin'den Sevdan Olmasa başta olmak üzere birçok şarkı gözümüze çarpar. Ve hepsi gerçekten o kadar güzeller ki bir yüz yıl sonra da o kuşağın bu şarkıları dinleyeceğine eminim ben..

Hababam Sınıfı Uyanıyor 







Benden bu kadar sayın okurlar. 70'ler pop müzik süreci anlat anlat bitmeyecek cinsten, kısaca bir göz atmış olduk bizler de bu sayede. Bahsedemediğim bir sürü şarkıcı, besteci, söz yazarı da bulunmakta ama ancak bu kadar özetleyebildim :) Umarım sıkılmamışsınızdır.. Şimdilerdeki uyduruk pop şarkılarını, (tabii pop mu arabesk mi orası da belli değil ya:/ ) şarkı yarışmalarını falan görünce insan kaliteli bir şeyler de dinlemek istiyor bazen değil mi? Sevgili Oh Yoon Joo bu mim benden sana gelsin :) İki güzel kapanış şarkısı da yanında promosyon olsun :) Buyrun iyi dinlemeler :)

Semiramis Pekkan-Bana Yalan Söylediler







Ayten Alpman-Söyle Buldun Mu 





16 Aralık 2011 Cuma

En Güzel Ft Island Klipleri..

Ft Island klipleri güzeldir sayın okurlar, dans etmedikleri ve enstrüman çaldıkları için daha teması olan ve daha derin klipler çeker grubumuz. Hele bazılarını anlamakta bile güçlük çekerim ben mesela, düşünün artık :) Her neyse, en sevdiğim Ft Island kliplerinden bahsetmek istiyorum bugün, hepsinin yeri ayrı benim için ama bazılarını ayrı seviyorum orası kesin :) Buyrunuz başlayalım;

1- GIRLS DON'T KNOW







Bu benim en sevdiğim klip olmasına rağmen çekilip de yayınlanamayanlardan :( . Sebebini ben de bilmiyorum ama Won Bin gittiği için olabilir diye düşünüyorum.. Bu klibin en sevdiğim yanı tabii ki başta Hong Gi'yi odağa almış olması, bir de tüm üyelerin yüzünü net bir şekilde görebilmemdir. Bazı klipler var ki bir karmaşa bir keşmekeş, kimseyi göremeden klip bitiyor.. Bu klip öyle değil ama, özellikle kızların aşkı bilmemesinden dert yanan yanık sesli solistimiz tatlı kıyafetleri, mükemmel saçlarıyla hep odakta, şahane :) Bu arada Hong Gi'nin bu klipteki saçları gerçekten ne kadar güzeldi, bundan iyisini ben henüz göremedim, yaşına uygun ne hoş bir model değil mi? Kuzunun klibin sonunda bariz bir şekilde görebildiğimiz lenslerine de dikkat çekmek istiyorum, güzel güzel :)

2- HELLO HELLO







Bu klibi o kadar çok izledim ki sanırım her karesini ezbere biliyor olabilirim :) Hong Gi'nin adamakıllı giyindiği, saçlarını adamakıllı bir modele soktuğu hallerini seviyorum ya, bu klip de bu yüzden favorilerimden :) Jae Jin faciası dışında herkes pek bir tatlı.. Yalnızz.. Bu kliple ilgili aklıma takılan bir soruyu sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim. Bu klipte Hong Gi ölüyor mu sayın okurlar? Arkadaşlarını kurtarmak için binaya dalıyor, dumanlar içinde kalıyor, sonra uyanıyor şarkı söylüyorlar falan, en sonunda binadan çıkmıyor, ama klibin bitiş sahnesinde yine o binanın önünden geçiyor.. Ay film gibi anlattım ha :) Neyse bu konuda beni aydınlatanlar olursa sevinirim :)

3- LOVE LOVE LOVE







Evet sayın okurlar lütfen şoka girmeyelim, bu çocuk da Hong Gi maalesef o_O.  O peruğu andıran saçları da peruk değil bizzat gerçek:/ Neyse bu peruk faciası çok şükür kısa sürdü ve Hong Gi kankası Hee Chul'a verdiği sözü tutup saçlarını kestirdi. Gerçi hayranları da çok tepki vermişti bu korkunç imaja, ama tepki verilmeyecek gibi değil ki!! :)

Ama şarkı da klip de çok güzel.. Birbirine kavuşamayan iki kuklamız var bu klipte. Garip semboller göze çarpıyor, gözyaşı yerine dökülen fermuar başlıkları mesela.. Sonra klibin çekildiği acayip mekan, o ışıklar falan. Her şey çok gizemli ve ilgi çekici. Kısaca Hong Gi'ye rağmen sevdim bu klibi de :)

4- LOVESICK







Aah ilk göz ağrımı da es geçemem tabii ki.. Lovesick benim ilk Ft Island şarkım ve klibim aynı zamanda.. Hong Gi'yi buradaki uzun saçlı bebe haliyle tanımıştım ilk kez. Hepsi öyle küçük öyle tatlı ki.. Ah bir de Won Bin var tabii.. Onun olduğu her klip daha özel benim için..

Bu klibimizde de aşk acısı çeken çiftler gösteriliyor tek tek. Aralarda da bir ormanda ve kafe gibi bir yerde şarkı söyleyip çalmaya çalışan çocukları görüyoruz.. Hong Gi yine iki büklüm söylüyor şarkısını, ağzına sağlık çocuk..

5- AFTER LOVE







Ayrılık şarkısı dendiğinde ilk akla gelen Ft Island şarkılarındandır After Love. Klibi de en az şarkı kadar duygusal, grubumuzun 5 üyesi de terk ediliyor başta Hong Gi olmak üzere. Daha klibin ilk dakikalarında çimenlerde bir kız tarafından terk edilen Hong Gi en yanık sesiyle söylüyor şarkıyı. Yazık ama :)

Ayrıca Hong Gi'nin "Ben artık büyüdüm" dediği bir klip "After Love". Uzun saçlı, sevimli çocuk imajından sonra yırtık kotlar, siyah ojeler, kısa siyah saçlar falan imajını bayağı değiştirmiş o dönemde. Bence güzel olmuştu, hatta keşke yine o saç modeline dönse..

6- THUNDER/ONLY ONE PERSON







Bu da Ft Island'ın dizi gibi çektiği kliplerden. Al çekirdeğini otur izle o kadar yani :) Henüz ergen bir lise öğrencisi olan Hong Gi barda tanıştığı bir kızla danseder, öpüşür falan filan.. Ama sonraki gün derse ilk kez gelen öğretmenin o kız olduğunu anlayınca çok şaşırır :) Tabi kız da.. "Aşkın yaşı olmaz" diyen çiftimiz yine de takılmaya devam ederler. Ama sonunda birileri (Hong Gi'nin düşmanı bir çete elemanıydı sanırım) bunları okul yönetimine şikayet eder.. Ve klibimiz kötü biter :(

Thunder bence Ft Island'ın en sevimli klibi. Bu klibin devamı da vardır, ismi de "Man's First Love Follows Him To The Grave". Onda da Hong Gi barda öğretmeni yerine başka bir kızla takılır kaderi değişir falan.. Ama onu çok sevmedim ben. Burada çok masum, çok sevimli.. Çekirdekleri temin ettiyseniz buyrun izleyin derim :)

7- FT ISLAND







Grubun 2. klibi Ft Island. Adından da belli olduğu gibi tatlı mı tatlı bir tanıtım şarkısı. Bütün klip bir ormanda geçiyor. Hepsinin gerçekten minnacık olduğu bir klip. Hong Gi zaten bir damla, Won Bin deseniz ondan hallice, diğer elemanlar ayrı çömezler :) O sempatik hallerini özlüyorum bazen.. Toplu saçları, sempatik kıyafetleriyle Hong Gi'nin bugünlerdeki tuhaf imajından eser yok. Neyse bu da geçecek diyorum, bir insan hayatı boyunca böyle berbat bir imaj benimseyemez nayırr :)

8- THE ONE







İngilizce özürlü Hong Gi ile diğer elemanların birlikte söylediği çok güzel bir şarkı "The One". Ama ben bu şarkıyı ne zaman dinlesem kötü olurum, Won Bin'in dahil olduğu son kliptir bu çünkü, ve de birlikte söyledikleri son şarkıları :( Hatta vedalarını bile bu şarkıyla yapmışlardı :(







Neyse bahsettiğim bu hüznün tam tersine çok eğlenceli bir klip bu. Klipte Jae Jin'in doğum günü var ve elemanlar neşeyle kutlama yapıyorlar. Klibin afetini de Won Bin olarak seçiyorum. Sen ne tatlı şeysin ya, gözlüklerine kurban :) Aklımda hep bu klipteki neşeli halleriyle, o cool güneş gözlükleriyle kaldı bu çocuk. Yeni tarzı da çok hoş ama, beğeniyorum ben. Bir de Hong Gi'ye öğretse azıcık giyinmeyi nolurduu :)

Şimdilik bu kadar. Belki bu yazının bir "Part II"sini de yapabilirim ama göz bebeklerim bunlar.. Hepinize iyi seyirler^^

7 Aralık 2011 Çarşamba

Çok Yönlü Blogger Ödülleri..



Eveet yine çok eğlenceli bir mim gelmiş bloğuma, hem de tam üç yerden birden. Beni bu güzel ödüle layık gören Lee'ye, Oh Yoon Joo'ya, Hikaruivy'e ve Madam Patapuff'a çook teşekkür ediyorum :) Mimin kurallarına gelince, kendim hakkında yedi şeyden bahsedeceğim ve çok yönlü blogger ödülünü alması için 10 blogger arkadaşımı seçeceğim.. İşim çok zor, 10 kişi sınırı olmasaydı ne güzel olurdu :(

Neyse önce işin sohbet kısmını halledelim değil mi? Masalevi kapısını açtı girin içeri bakayım :)

1- Türkü dinlemeyi çok severim, en çok da hemşerim Neşet Ertaş'ın türküleri beni etkilemeyi başarır, en hassas yerimden vurur.. Bestelerine söyleyecek sözüm zaten olamaz ama onun bağlaması gibi bağlama çalan birine de henüz rastlamadım.. Farklı bir teknik kullanır kendisi, boşuna "Bozkırın Tezenesi" olmamış tabii.. Allah ona uzun ömürler versin diyorum.. En sevdiğim türküleri ise "Yalan Dünya", "Ahirim sensin", "Neredesin Sen", "Kesik Çayır", "Yazımı Kışa Çevirdin"... Daha da çok sayarım ben, en iyisi diğer maddeye geçeyim :)







2- Çoğu zaman şanssız olduğumu düşünüyorum.. Birçok insana olduğu gibi hayatta hiçbir şey önüme altın bir tepsi içerisinde sunulmadı. Hani bazı insanlar vardır, hiç düşünmeden önlerine bir sürü fırsatlar çıkar, kapılar açılıverir birden. Ben tam tersi o kapıları günlerce, aylarca çalmak zorunda kalanlardanım.. Önceleri bu yüzden çok söylensem, çok üzülsem de şimdi gülüp geçmeye başladım. Belki de henüz bazı şeylerin zamanı değildir, belki de daha fazla sabretmem gerekiyordur falan.. Bu Pollyanna denen küçük kız olmasa böyle şeyleri de düşünecek halimiz olmazdı ha, çok yaşasın kendileri :) Neyse secret felsefesini düşünüp evrene olumsuz mesajlar yaymayalım şimdi :)

3- Öyle tarzım şudur budur diyemeyenlerdenim.. Kısaca moda olanı beğeniyorum. Bir sene sürekli elbise giyebilirken, başka bir dönem şort takıntısına yakalanıp şorttan başka bir şey giymiyorum. Bu konuda da arkadaşlarımdan da çok etkileniyorum denebilir, demek ki bana bir şeyi sevdirmek için onu sürekli empoze etmek gerekiyor :) Yıllarca aynı tarz kıyafetleri giyenleri de hiç anlayamıyorum, ben neden her şeyden böyle çabuk sıkılıyorum ya :)



4- Beyoğlu'nu, özellikle İstiklal'i çok seviyorum. Bir süre gitmeyince hemen özlediğimi fark ediyorum. Hele de Mangal Keyfi'ne uzun zaman gitmeyince kebap kokuları burnumda tütüyor :) (Bu arada bu mekanın üstüne kebapçı tanımam gidiniz, herkese tavsiye ediniz :) ) Oradan çıkınca bir kaç mağaza gezmek, ara sokaklardaki kitapçılara uğramak, soğuk günlerde sokak satıcılarından kestane almak, sonra Galatasaray'dan dönüp Fransız Sokağı'nın güzel mekanlarında bir şeyler içip Tophane'ye inmek falan.. Bana mutluluk veriyor.. İstanbul güzel şehir kısacası, her türlü zorluğuna ve keşmekeşine rağmen..

5- Ayakkabı hastasıyım. Evdekiler bu konuda gerçek anlamda hasta olduğumu düşünseler de ben bunun kızlara özgü, doğal bir özellik olduğunu onlara anlatmaya çalışıyorum :) Hele bir de insanın anne babası "İhtiyacın olandan fazlasını alma!" felsefesindeyse benim gibi işleri zor demektir :) Aldığım ayakkabıları sakladığımı bilirim :) Bu ara takıntım topuklu ayakkabılar.. Böyle bahsedince alışverişe gidesim geldi amaa :(



6- En sevdiğim yemeklerden biri Arabaşı Çorbası'dır. Çoğunuz muhtelemen bu çorbayı bilmezsiniz, İç Anadolu yemeği kendisi. Köylerde kar yağınca yapılırmış sadece, hatta hamuru soğusun diye karın üzerine koyarlarmış. Ben yaz kış istiyorum annemden ama, kar yağmasını beklersek ohooo :) Neyse yapımı kolay bir çorba bu, tadı da şahane. Tavuk, tavuk suyu ve kavrulmuş unla yapılıyor. Bir de hamuru var tabi, ben onu fazla yemiyorum, annem babam çok severler hamurunu da. Kısaca etrafınızda yapmayı bilen biri varsa hemen yaptırın deneyin, ya da tarifine bakıp yapmayı deneyin. Kış aylarında en şifalı yiyecek budur diyorum..

7- Çocukluk hayalim yazar olmaktı aslında. İlk hikayemi 10 yaşındayken yazmıştım. Dönme dolaptan düşüp ölen bir kızı anlatıyordu hatırladığım kadarıyla. (Tamam kulağa biraz psikopatça gelebilir ama ilk denememdi o benim :) ) Sonra sürekli yazdım, gece gündüz aklımda konular birikiyordu. Ortaokulda dedektif hikayeleri yazarken lisede aşk hikayelerine döndüm. Hikaye dediysem 150 sayfalık kocaman defterler doluyordu ben yazdıkça :) Ortaokulda ve lisede çok şiir yazdım bir de, sonra geçti o hevesim. Ama şiirlerimi hala seviyorum, okudukça neler neler hatırlatıyorlar bana.. Şimdi de Kore dizileri ve Ft Island sevgim sayesinde yazdığım bir hikayeyi senaryolaştırma çabası içine girdim. Hala yazmaya devam ediyorum kendimce ve bu hobimden inanılmaz zevk alıyorum. Yazmak iyidir, Allah herkese konuşup derdini anlatamayınca yazıp rahatlamayı nasip etsin..

Neyse amma konuştum ha, daha ödül vereceğim ben.. Buyrunuz ödül türenine :)

1- İlk ödülüm Makinosev'e gidiyor. So Ji Sub hakkında başka kaynağa başvurmamıza gerek bırakmadan yazdığı güzel yazıları, kendine has mizah anlayışı, kahkaha garantili bloğuyla o bu ödülü hak etti.. Şak Şak Şak!!!

Not: Hikayesi Küçük Siren şiddetle tavsiye edilir; tansiyona, baş ağrısına, kalp sızısına birebir, ilaç gibi :)

2- Diğer ödülümüzün sahibi Bez Cadıları bloğunun sahibi Oh Yoon Joo!!! Bloğunu her açtığımda farklı bir yazısını görebilmek çok hoş.. Hep böyle çalışkan olman dileğiyle Yuncucum :) Hikayemin yeni bölümlerini çabucak yazmam için de beni gaza getiren, hikayeme çok güzel de bir afiş hediye eden kişidir kendisi.. Kumavoyo çingu :)

3- Vee bu mimi bana ilk gönderen Lee. Her şeye aynı anda yetişebilen multi talented blogger :) Her konuya değinen farklı yazılarını her daim görmek dileğiyle :) Yeni hikayen de merakla bekleniyor biline :)

4- Hikaruivy, bir ödül de sana geliyor. İlk okuduğum yazın "You are Beautiful" yazısıydı ve karnıma ağrılar girene kadar gülmüştüm, dün gibi hatırlıyorum :) My Lovely Roommate'i, Güneş ve Ay'ı okuyup gülme krizine girmelerim, sorunlarımı unutmalarım hep sayende oldu. Eğlenceli yazıların hiç bitmesin :)

5-Sevgili La Fea, bu ödül de senindir :) Sayende Gong Yoo haberlerini, filmlerini, bir türlü çekemediği yeni dizilerini, reklam filmlerini, ona asılan aktrisleri falan tek bir adresten, hem de en eğlenceli yorumlarınla okuyoruz :) She loves YOO!!! diyorum diğer maddeye geçmeden :)

6- Diğer bir ödülümüz Aslı'ya gidiyor. Hiçbir millet ayırmaksızın yakışıklı keşifleri yaparak bizleri mutlu eden, her konuda, her alanda yazarak ufkumuzu açan yetenekli insan. Çoğumuz gibi bir Kıvançsever.. Ödülünü havaya kaldırabilirsin :)

7- Vee Blogger Band, bir ödül de size gidiyor :) Sevgili Günlük adlı, 4 arkadaş birlikte yazdıkları bloglarıyla sizi her gün farklı bir yere götürebilir bu kızlar. Gerçekten çok yönlü bir blog bu kısacası :) Elleriniz dert görmesin kızlar :)

8- Winpohu-ssi! Koş gel bir ödül de sana geliyor :) Kitap kurdu, anime manyağı, Tumbler fotolarıyla da sizi içine hapsedebilecek bir blogger kendisi.. Benim gibi İngiliz aksanına aşık o da.. Çok yönlü blogger ödülünü hak ediyor kısacası :)

9- Bir diğer ödül Madam Patapuff'a gidiyor :) Kendisinin ilk önce hikayelerini okumuştum ben. Hatta "Bu Aşk Değil Müzik" adlı hikayesini tatildeyken okumuştum, hala yaz günleri geliyor aklıma hatırlayınca :) Bol bol yazılarını ve hikayelerini okumak dileğiyle..

10- Son ödülümü de My Destiny'e gönderiyorum. :) Kendisinin tüm photoshop çalışmalarına hastayım, bu konuda bir üstat O :) Hikayem için yaptığı afiş de çok çok güzel, tekrar teşekkür ediyorum kendisine :) Güzel dizi, film yorumlarınla yazmaya devam etmen dileğiyle..

Keşke hala yazıyor olsaydı da, yazılarını dönüp dönüp tekrar okuduğum blogger arkadaşım Kendisi'ne de ödülünü gönderebilseydim :( Neyse, umarım en yakın zamanda aramıza dönüp yazmaya devam eder.. Buradan kendisine sesleniyorum: "Yay Pandaa!!!" :)

Ödül törenimiz burada bitti. Bir başka törende görüşmek dileğiyle esen kalınız, hoşçakalınız :)

3 Aralık 2011 Cumartesi

A Love To Kill: My Mistake!



A Love To Kill denince iki şey gelir benim aklıma. Birincisi "Hep sen mutlu olursan bu hiç eğlenceli olmaz değil mi?" repliği.. Aklımda derin yer etmiş repliklerden biri oldu bu. İntikamını alan, adaleti sağladığını düşünen Bok Gu kendisini rahatlatmıştır bunu söylerken, ya da öyle olduğunu düşünmektedir. Çoğu zaman hepimiz bu cümleyi söyleyebilmek istiyoruz ama değil mi? Bize haksızlık eden birini pişman edip "Hep sen mutlu olacak değilsin ya!" demek, ne kadar da güzeldir kim bilir :) Diğeri ise başlığımdaki "My mistake!" repliği.. Bok Gu intikam falan alamadığını, sadece kendisini aldattığını anladığında, pişmanlıktan gebererek bu kelimeleri sayıklar.. O tatlı ötesi Kore aksanlı İngilizcesiyle hatalı olduğunu haykırır.. Ve insanı ağlatmayı başarır..

Sevdiğim, özlediğim aktörlerin dizilerini tekrar izlediğimi yazmıştım. Rain'i tekrar izleyebilmek içinse bu diziyi seçtim. Full House dizisini de Rain'in oradaki rolünü de fazla sevmemiştim zaten. Ama bu dizide.. O öyle farklıydı ki..

Neyse Rain demişken önce ondan bahsedelim azıcık. Hem bol bol eklediğim Rain resimlerine de haksızlık olmasın :) Çocuk bir kere insan değil yau, bir erkekte olması gereken her şey onda toplanmış adeta. Uzun boylu, omuzlarının genişliği kadraja sığmıyor, kaslı erkek konusunda bir rol model, iyi oyuncu, dans edip şarkı söyleyebilmesi apayrı konular zaten, ses tonu çok etkileyici falaan filan.. Daha da yazabilirim ama başka şeylerden de bahsetmek lazım :) Bir de gerçek bir erkek gibi görünüyor. Ne kadar çok sevsem de Koreli aktörlerin %90'ının yüzündeki estetik müdahaleler yüzünden hepsi kusursuz, porselen bebek gibi görünüyorlar. Ama o öyle değil.. Estetikli mi değil mi bilmiyorum ama bence çok doğal, olması gerektiği kadar sert bir yüzü var..



Biraz da diziden bahsedeyim. A Love To Kill çok güzel bir aşk-intikam hikayesi. Abisinin intikamını almak için topstar Cha Eun Suk'un koruması olan Bok Gu ile kızımızın aşk hikayesi anlatılıyor dizide. Bi kere dizinin içerisinde çok güzel bir Misa havası var ve o bile diziyi izlemek için yeterli.. Misavari şarkılar, Misavari mekanlar.. Shin Min Ah'nın oyunculuğu çok çok iyiydi bir de. Çoğu kimse onu Gumiho rolüyle sevdi ama burada çok daha iyi bir oyunculuk sergilemiş bence. Ama çok ağladı yau, gözyaşları hiç dinmedi.. Bana bile fenalık geldi artık, insan ağlamaktan da yorulmaz mı? Bir de fazla saftı kızımız, yahu sen koskoca topstar olmuşsun, ne ortamlar görmüşsün azıcık gözünü açsana! Herkese inanıyor, kim ne dese kanıyor zavallıcık! Dizinin mağduru Min Gu değil bu kızdı kesinlikle..



Dizi 11. bölüme kadar çok güzel gidiyor, ama sonra tüm gidişat değişiyor birden, olaylar Min Gu üzerinden dönmeye başlıyor, ana konu bambaşka yerlere gidiyor, aşkın yerini pişmanlık, üzüntü, vicdan falan alıyor derken dizi çok yavaşlıyor. Ben o yüzden ilk 11 bölümünü çok sevdim bu dizinin, sonrası bizim sakız dizilerimiz gibi gereksiz olmuş..

Sevdiğim sahnelerden de bahsetmek istiyorum şimdi.. Gerçi çok fazla var ama birkaçını anlatmazsam olmaz şimdi :)



Bi Rain dizisinden bahsediyorsak bir öpüşme sahnesini beğenmemek olmaz şimdi. Adam bu işi biliyor kısacası.. Keşke gidip diğer meslektaşlarına da öğretse azıcık. O yapay öpüşmeler falan nedir yau :) Neyse kumsaldaki öpüşmeden bahsediyorum tabii ki.. Kızımız hıçkırıklarıyla boğuşurken dünyanın en cool hareketiyle onu çekip öpmesi gerçekten çok karizmatikti.. Hıçkırık böyle kesilecekse insan her daim hıçkırmayı göze alır dimi ama :)



Kızı otel odasında kurtardığı sahne de çok güzeldi.. Bizim efendi çocuk Joon Sung bir kadeh sojuyla Nuri Alço'ya dönüşüp Eun Suk'u odasına götürmeye kalkınca koruması güzel insan odaya dalıp onu kucakladığı gibi götürür. Bu hareketi süperdi.. Buradaki amacını çok anlayamasam da sevdim.. Zaten bu çocuğun hiçbir amacı anlaşılamıyordu ki dizide, kapalı bir kutu sanki, ağzından sözcükler zor dökülüyor..



Kızı kurtarışlarından bahsetmiyorum bile.. Sanki koruma olmak için doğmuş, Whitney Houston görse kıskanırdı neredeyse :)



Ve elbette ramen sahnesi.. "Seni sevmiyorum, seninle oynadım zaten.." diyerek kuzumuzu terk etme çabasına giren Eun Suk iki kase ramen yeyip her hassas bünyeli çekik kızımız gibi kusar. Tüm bunlara rağmen Bok Gu peşinden gider bu kıza yardımcı olur, sonra da "Gözlerin seni seviyorum diyor ama.." diyerek onu öper! (Kızın 10 saniye önce kusmuş olması bile bu sahnenin romantizmini öldürememişti :) ) Tabi bu hareketin amacı da sonradan anlaşılıyor ama yine de çok karizmatikti yau ne yapayım ben şimdi :) Bir de daha sonra yine oraya gidip ramen yiyen kızın hıçkırıklarını duyuyordu Bok Gu :( Bu dizinin her sahnesi anlatılır yau en iyisi burada keseyim ben :)

Son olarak dizinin müzikleri de şahane diyorum.. Hüzünlü, kalp burkan şarkılar hepsi de. Yıllardır aklıma geldikçe bıkmadan dinlerim ben de.. Yazıyı bitirirken bir de "Gel teskere!" türküsünü söylemekten başka bir şey düşmüyor bana. Rain bir an önce gelmeli ama değil mi sayın okuyucular :)

29 Kasım 2011 Salı

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi



Üst üste yaşadığım hayal kırıklıklarından sonra bir daha Türk filmi izlemek için sinemaya gitmem demiştim. İnsanların ayılıp bayıldığı, günlerce televizyonlarda reklamları dönen filmlerin ucuz melodramlardan ibaret olduğunu görünce bu işi üstatlarına bırakmanın en iyisi olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ama insanın onu kolundan tutup sinema salonuna sokabilen bir arkadaşı olunca öyle sözler işe yaramıyor :) Yine kendimi Beyoğlu AFM'de buldum tabii ki, bu sefer gideceğimiz film "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" idi, filmin yönetmeni de Leyla ile Mecnun'un yönetmeni Onur Ünlü olduğundan çok da kötü değildir dedim içimden. Ve film bitip de salondan çıktığımda yüzümdeki o aptal sırıtma geçmek bilmedi bir türlü. Tramvayda, yatağımda vs. her yerde sırıtıp durdum. Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim, bu film bana ilaç gibi geldi.

Filmin konusu şu şekilde; Celal Tan, bir taşra şehrinde ailesiyle birlikte yaşayan saygın bir anayasa profesörüdür. İlk eşinin ölümünden yıllar yıllar sonra, bir şekilde hayatını kurtardığı ve kendisinden çok genç olan bir üniversite öğrencisi kızla evlenir. Sonra kötü şeyler olmaya başlar..

Sevdiğim birkaç sahneden de bahsedeyim gitmeden;

- Ezgi Mola bu filmde gerçekten çok iyiydi, sanırım en çok onun olduğu sahnelerde eğlendim ben. Tam Türk işi hatun, klasik müzik eşliğinde göbek atabilecek kadar hem de :) O tuhaf sevgilisiyle ikisi güzel bir çift olmuşlar.

- Filmin başında ailenin hiçbir şey olmamış gibi eve girmesi de çok matraktı, daha ilk dakikadan ne kadar tuhaf olduklarını anlıyor insan onları görünce :)

- Celal Tan'ın kanser hastası arkadaşı da ayrı bir alemdi. "imamın şartları" esprisi aklıma geldikçe hala gülüyorum. Onur Ünlü bu kara mizah işini iyi biliyor, insanların sadece ölmeden önce bir şeylerin farkına vardıkları nasıl da doğru!

- Tenorun bıçaklandığı sahnede absürtlük tavan yapmıştı artık, bu kadarına da pes dedim:)

- Babaannenin balkondan atladığı sahnede de çok güldüm, kadın önce antene takıldı sonra da alt balkona düştü :D

- Filmde biraz fazla küfür vardı evet. Ben çok da rahatsız olmadım ama o küçük çocuk için üzüldüm sadece, sonunda o bile dayanamadı yani :) Kötü etkilenmemiştir umarım..

Ben de Türk filmlerini sevebilirmişim çok mutluyum :) Leyla ile Mecnun sevenler kaçırmasın diyorum, herkese iyi günler^^

20 Kasım 2011 Pazar

Ft Island'dan Japonca Single: Distance






Eveet, Ft Island'ın 30 Kasım'da çıkacak olan son single'ının çıkış parçası "Distance"dan bahsediyoruz efendim.. Albüm çıkmadan ilk kliplerini yayınladı grubumuz, iyi de yaptı.. Şarkı güzel, klip güzel, güzel de güzel işte :)



Bir kere klipteki görsel güzellik, kar manzaraları falan şahane.. Parçanın temasına da çok güzel gitmiş. Şarkıya gelirsek, "Distance" ismi bir kere şarkıya çok yakışmış, çünkü aralarında mesafe olan iki sevgiliyi anlatılıyor şarkıda. Soyut anlamda değil gerçek bir mesafe bu. Kız çocuğu terk ediyor ve arkasını dönüp gidiyor. Çocuk da onun peşinden gitmek istiyor, kalabalığı yarıp ona doğru koşuyor, ama koştukça ondan daha da uzaklaştığını hissediyor.. Çünkü gitmesine izin verdi bir kere..

Ve en sonunda kızı bir tren istasyonunda görüyor. Muhtemelen kız şarkının sonunda bahsedilen trenle uzaklara gidiyor..

İşte böyle acıklı bir şarkı Distance. İnsan sözlerini okuyunca daha da bağlanıyor şarkıya. Zaten Ft Island'ın "ballad" türündeki Japonca şarkıları (So Today, Raining gibi..) ayrı bir güzel, ayrı bir duygusal oluyor. Otur ağla Hong Gi'yi dinledikçe.. Bir de şarkının sonundaki o kısacık enstrümansız kısım var ya of amann.. Neyse, ben hikayemin son bölümüne koyarak açılışı yaptım; dinlemek, dinlemekten bi hal olmak, şarkıyı tüketmek falan bizlere kalmış :)

Son olarak şarkıyı da çevirmeden gitmeyeyim, buyrunuz deyip kaçıyorum ben :)

MESAFE

Her zaman yanımdaydı O,

Şimdiye kadar..

Oysa şimdi, orada,

Demir yolu geçidinde bekliyor..

O her şeyden habersiz yürürken,

Yılın son karı üzerine yağıyor..

 

Koştukça kalbim acıyor..

Çünkü ben koştukça sen arkamda kalıyorsun..

Söylesene hala bencil biri miyim, 

Senin için?

 

Çünkü seni görmek istiyorum..

Sadece seni görmek istiyorum..

Yüzün hep aklımda,

Anılara dönüşse de yavaşça,

Silinmiyor asla..

 

"Benim de hüzünlü şarkılarım var" diyorsun.

Ben neden hissedemedim peki?

Kalabalığın ortasında,

Sırtını görebiliyorum..

Ellerimi uzatıyorum sana fark etmeden..

Çok geç olsa da,

"Üzgünüm" diyebilmek için..

Yoksa bir adım bile atamam bundan sonra..

 

Bu yüzden koştum peşinden..

Sadece koştum,

Kalabalığı yararcasına..

Adını sayıkladım,

Defalarca..

Duyabildin mi?

 

Ama öylece,

Beni hiç duymadan,

Devam ettin yürümeye..

Ardına bakmadan..

Her şeyi geride bırakırcasına..

Beni geride bırakırcasına..

 

Hala bulamıyorum cevabı,

Doğru olan neydi, yanlış olan ne?

 

Lütfen bir kez daha gözlerimin içine bak,

Ve bunu sana sormama izin ver..

 

Seni görmek istiyorum..

Sadece seni görmek istiyorum..

Yüzün hep aklımda..

Yaşadıklarımız rüya değildi..

Hepsi gerçekti..

Ama ben gitmene izin verdim..

 

Karlar düşüyor durmaksızın..

Bitmeyen acım gibi..

Bir tren geçiyor..

Ve bu tren geçtikten sonra,

Orada olmayacaksın belki de..

Orada olmayacaksın belki de... Ama..

18 Kasım 2011 Cuma

Maundy Thursday: Keşke her gün perşembe olsa..

Bu benim yaşadığım ilk kış mevsimiymiş gibi hissediyorum, 


belki de son kış olabilir...



Yazıma başlamadan önce ufak bir uyarı yapayım da aklımda kalmasın. Eğer psikolojik açıdan zor bir dönemden geçiyorsanız, sevgilinizden falan ayrıldıysanız, mutsuzsanız bence bu filmi izlemeyi biraz erteleyebilirsiniz. (Tabi benim gibi mazoşist değilseniz :) ) Çünkü Maundy Thursday gerçek bir trajediyi anlatıyor, hatta bir değil üç trajedi birden mevcut filmde. Neyse önce konusundan bahsedelim sonra yorumlarıma geçeyim ben..

Jung Yoon Soo tecavüz ve cinayet suçlarından mahkum olmuş, idamını beklemektedir. Moon Yu Jeong ise defalarca intihara kalkışmış, yaşamak istemeyen, annesinden nefret eden bir kızcağızdır. Bu kızın hapishane rahibesi olan teyzesi bir gün onu hapishaneye götürmek ister. Çünkü idam mahkumlarından biri onu görmek istemektedir.. Böylece bu ikili birbirlerinin hayatlarına girmiş olur. Devamını hiç anlatmıyorum, dediğim gibi yukarıdaki kategori dışındaki herkes ve hele hele kar sevenler hemen bi koşu gidip izlesin Maundy Thursday'i.. Özellikle Kang Dong Won için..

Evet kendimi daha fazla tutmuyorum ve bolca SPOILER vermeye başlıyorum efendim :)

Öncelikle bu film benim izlediğim ilk Kang Dong Won filmi. Ve ona hayran olmama yetti de arttı bile. Adam gerçekten oyunculuğunu konuşturmuş. Ses tonu, cümleleri kesik kesik telaffuz edişi ve ve göz yaşları.. Of of ya insanı harap ediyor gerçekten.. Filmlerini takip edeceğim oyuncular listesine girdi bu nadide insan da.. Çok iyiydi ya..

Esas kızımız da klasik sorunlu kız rolüyle karşımızdaydı. Onu ilk gördüğümde Im Soo Jung sandım ama değilmiş, saçları falan benziyordu ama.. Filmin başlarında soğuk ve donuk gibi görünse de filmin sonunda kız oyunculuğunu konuşturdu gerçekten.. Ki canlandırdığı karakterin yaşadığı şeyler düşünülünce iyi bile dayanmış Yu Jeong.. Düşünmesi bile çok kötü.. En sonunda da bir idam mahkumuna aşık oldu kız.. Bu da hiç kolay değil..

Yoon Soo'nun çocukluk sahnelerinden bahsedeyim biraz. Şu hayatta dayanamadığım şeylerden biridir kimsesiz sokak çocukları. Hassas noktalarımdan biri yani. Ve burada Yoon Soo ve kardeşinin dramını izlerken filmi kapatma noktasına geliyordum az daha.. Hele hele kardeşinin öldüğü sahne.. Of ya bu kadar olmaz.. Artık ne zaman Nike ayakkabı görsem aklıma bu kardeşler gelecek. Hayatlarında hiç iyi bir şey olmayan bu zavallılar.. Bu arada Yoon Soo'nun küçüklüğünü Hansel ve Gretel'deki Man Bok karakterini oynayan çocuk canlandırmış. Onu görünce hepten kötü oldum ya, bu çocuğa hep böyle roller mi veriyorlar acaba, bir kere de zengin şımarık çocuğu oynasa şaşıracağım :(

Aklıma takılan şeyler de oldu filmde. Mesela Yoon Soo'nun öldürdüğü kızın annesinin gelip Yoon Soo'yu görmesi, başını okşaması, "seni görmeye geleceğim" demesi:/ Yani kendimi o kadının yerine koyuyorum da idam edilmesi falan hiç önemli değil, insan kendisi linç etmek ister katili ya, hiç sanıkla makdülün ailesi bir araya getirilebilir mi? Bu kısmı belki de ben yanlış anlamışımdır, filmi izleyip de farklı düşünenler varsa yorumlarını okumak isterim..

Bir de bu idam mahkumunu ziyaret meselesi yaygın bir şey galiba Kore'de. Nefes filminde de kadının teki bir idam mahkumunu ziyaret ediyordu. Böylece ölmeden önce adamlara terapi gibi bir şey mi yapmaya çalışıyorlar, öteki tarafa pişman olup iyi bir insan olarak mı gitmelerini istiyorlar ben anlamadım. Gerçi bu filmde Yoon Soo bu kızı kardeşi seviyor diye görmek istemişti ama başka filmlerde de görünce ben de merak ettim. Acaba ülkemizde de var mı böyle bir şey?

Neyse filmin sevdiğim sahnelerinden bahsedebilirim artık. Kar topu savaşı yaptıkları yer nasıl güzeldi ya.. Hele çocuğun sözleri..

"O gün kar savaşı yaptık. Hayatımda bir ilkti. Niçin bu kadar hayata küsmüş olduğumu düşündüm... ve neden hayatımda daha denemediğim birçok şeyin olduğunu... Bunun yüzünden mi? Bu benim yaşadığım ilk kış mevsimiymiş gibi hissediyorum, belki de son kış olabilir. Birçok şeyi yapmadım ya da birçok yere gitmedim. 2 gün sonra perşembe. Perşembeyi nasıl iple çektiğimi bilemezsiniz. Keşke her gün perşembe olsa. Bu tek isteğim.."

Çocuğun hayatı o kadar boktan gitmiş ki kar topu savaşı yapmak bile ona hayatın aslında ne kadar güzel olduğunu hatırlatıyor. Kışın, karın.. Yaşamak istediğini anlıyor o anda, bir de aşık oldu tabi.. Ah ulan hep mi yanlış zamanda gelir böyle güzel şeyler :( Hele de hayatı boyunca sevilmemiş biri olan Yoon Soo için..

Bir de deve dikeni var tabi ona yaşamak gerektiğini hatırlatan..

"Deve dikeni gerçekten inatçıdır. Temizlikçiler söküp atıyorlar ama o inatla yeşermeye devam ediyor. Onlara karşı attığın her adım, onları daha da güçlendirir. Şu yeşillik bile yaşamak için savaş veriyorsa..."

Bir de çocuk kızın çektiği resimleri yatağının kenarına asmış ya.. Oraları görmek istiyor falan.. Of of diyorum yine..

Ziyaretlerin birinde kızın boynuna kendi yaptığı kolyeyi takabilmesi için gardiyanın Yoon Soo'nun kelepçesini çıkarması çok hoştu. Ben orada gardiyan kolyeyi alacak çocuğun elinden falan dedim, yasaktır belki hediye vermek diye.. Ama öyle olmadı, gardiyan kafa adamsı ya :) Bir de tuzlu pirinç topları var tabi.. Hepsini de yedi bizim fıstık :)



Yoon Soo'nun suç işlediği günden bahsetmek bile istemiyorum, hatırladıkça sinirlerim tepeme çıkıyor, bu kadar olmaz ya..

Filmin sonundan da bahsetmesem olmaz, çocuğun idama götürüldüğü sahne çok iyiydi.. Orada bende film koptu zaten, sonrasını hayal meyal hatırlıyorum. Ama bu sahneden sonrası biraz fazla geldi bana.. Yani gerek yoktu, o ipin gösterilmesi, çocuğun vedası, kızın onu o anda görmesi, sandalyeden düştüğünde çıkan ses.. Hala tüylerim ürperiyor bahsederken, bana gerçekten ağır geldi bunlar.. Keşke ipe götürüldüğü sahnede bitseydi film, kız da elinde ayakkabılar, hediye resim ve pastayla ziyaretçi odasında kalsaydı her şeyden habersiz.. Yani ben öyle olmasını tercih ederdim. Gerçi diğer türlü kıza "Seni seviyorum.." diyebildi ama bunu söylemesine bile gerek yoktu zaten..

Film güzel, kaliteli, Kang Dong Won çok çok başarılı.. E filmi izlememek için hiçbir sebep yok ortada.. Ama birkaç kutu peçeteyi de yanınızdan eksik etmeyin, benden söylemesi.. Herkese iyi seyirler..

14 Kasım 2011 Pazartesi

Playful Kiss Youtube Bölümleri..



Geçen yazımda Boys Over Flowers'ı tekrar izlediğimi yazmıştım. Bu süreç sonrasında fark ettiğim şeylerden bir diğeri de Kim Hyun Joong'u özlemiş olduğumdu. Evet son dizisi çok kötüydü, evet henüz bir oyunculuğunu göremedim ama seviyorum bu çocuğu. (Gerçi ben hala oyunculuğunu gösterebileceği bir dizide oynamadığını düşünüyorum. Normal bir insan rolüyle karşımıza çıkarsa belki de harikalar yaratabilir :) )

Neyse işte bu çocuğu özlediğimi fark ettim ve birkaç klibini falan izledim ama kesmedi. Sonra Playful Kiss'in youtube bölümlerini izlememiş olduğum aklıma geldi. Şu yazımda da belirttiğim gibi dizi beni öyle büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı ki tek bir bölümünü daha izlemeye gerek duymamıştım. Geçen gün oturdum izledim hepsini ve inanılmaz çok çok sevdim. 10'ar dakikadan oluşan bu 7 bölüm gerçekten dizisinden çok çok daha güzel. Bazı yerlerinde kahkahalarla güldüm diyebilirim. İzlediğime pişman etmedi beni.. Hem şu oğlanı izleyip de pişman olmak zor yav :)



Ehem ehem, bölümlerden bahsedeyim biraz. Yalnızz.. Bol Spoiler vereceğim, izlemeyenler bi koşu izlesin, toplamda 70 dakikacık bir şey zaten hemen bitiveriyor :)



İlk bölümde yeni evli çiftimizin sabahlarından biri anlatılıyor. Onlar evleneli bir sene olmuş. Oh Ha Ni erkenden kalkıp Seung Jo'ya "English Breakfast" hazırlamaya çalışıyor :) Tabi yine eline yüzüne bulaştırıyor. Seung Jo'nun kahvaltıya tepkisi çok komikti: "Her şeyi yakmışsın ama fasülyeler hiç pişmemiş!" Hani'den de bu beklenirdi zaten :)



İkinci bölümde ise şapşal Hani bir türlü iğne vurmayı beceremiyor, pratik yapmak için herkesten kolunu vermesini istiyor falan. Ama o nasıl bir iğne tutuştur ya, bir de çat diye batırıyor iğneyi insanların koluna! Böyle bir beceriksizlik az görülür. Tabi kimse vermiyor kolunu. Ama Seung Jo kuzum iki kolunu da feda ediyor, kolları morluk çürük içinde kalıyor ama Hani iğne vurmayı öğreniyor sonunda. Ay çocuğun kolları aklıma geldikçe kötü oluyorum yazık yav :)



Üçüncü bölümde bizim şapşal kız hamile olduğunu sanıyor, tabi fazla heyecanlı kaynanasının da bu yanlış anlamada katkısı büyük :) Bu bölümün bomba esprisi de Hani'nin şişman arkadaşından geldi. Çocuk kime benzeyecek muhabbeti yaparlarken Hani'nin sıska arkadaşı: "Zekası Seung Jo'ya yüzü sana benzer umarım.." deyince şişman kız "Hayır!" diye atladı. "Yüzünü de zekasını da babasından alsın, %100 Seung Jo'ya benzesin :) " Dost acı söyler sözü ne de doğru. Sonuçta Seung Jo A sınıfında Hani F sınıfındaydı, aralarında bir alfabe zeka farkı var :) Bölümün sonunda Hani hamile olmadığını öğrenince çok üzülüyor ve Seung Jo gayet insani bir biçimde kızı teselli ediyor. Ah bu çocuk dizide neden öyle odundu amaa!



Dördüncü bölüm gerçekten çok güzeldi. Eskiden Seung Jo'larda kalmış olan Jin Soo Amerika'dan onları ziyarete gelir. Bu kız zamanında da Seung Jo'dan çok hoşlanmış olsa da Amerika'ya giderek onu başka bir kıza kaptırmıştır ve buna içten içe üzülmektedir.

Hani'nin kıza bakışına bir bakın ya, bir yandan "Amaan çocuğun tapusu bende nasılsa!" dese de onun fazlasıyla samimi hareketlerine sinir olmaktan kendini alamıyor. Kız da çok sinir bozucuydu ama "Onunla ilk ben öpüştüm" diyerek Hani'yi çıldırttı. Hani "Cheot kiss" dediğinde Seung Jo'nun bunu "Chuky" anlaması da çok komikti :) Bölüm oldukça eğlenceli olsa da sonu çok romantik bitti. Kızın aşağılamaları üzerine Hani sinirle Seung Jo'ya ne kadar bağlı olduğunu kıza haykırıyor ve Seung Jo da "İşte bu yüzden onu seviyorum" diyor o şımarığa. Bu çocuk bu bölümlerde çok tatlıydı amaa, oyş oyş diyorum :)



Beşinci bölümde Seung Jo'nun çok çalışmasından, eve bile gelememesinden yakınıyor Hani, ona yemek yapıp götürüyor hatta. Burada da hemşirelerin dedikoduları çok komikti, karısının yanında asılıyorlar çocuğa: "Gözündeki mor halkalara rağmen ne kadar muhteşem görünüyor" :) İşte bu bölümde de Hani yapacağını yapıp Seung Jo'nun üzerine düşüyor ve çocuğun bacağı çatlıyor. Kızın "Ölmee ne olur ölmee!" diye sedyenin yanında koşturuşu çok komikti. "Ayağı çatladığı için kimse ölmez" diye azarlandı sonra doktor tarafından :) İşte şanslı bacımız bir de kocasının özel hemşiresi oluyor ama fırsat bu fırsat diye onun odasından çıkmıyor, çocuk bile bayıyor artık :) Neyse bu bölüm de güzel bitti, burada iyice anladım Seung Jo adam olmuş :)



Hep gülsün ki O :)



Altıncı bölüm de favorilerimden. Korkun yayalar Hani ehliyet aldı diyorum sadece, hem de 8. denemesinde :) Ve ilk ehliyetli gününde Seung Jo'yu hastaneye bırakmak istiyor. Ama yukarıdaki resimdeki yüz ifadelerinden de belli olduğu gibi panik ve korku dolu bir yolculuk oluyor bu :) Çünkü Hani şeritten çıkıyor, direksiyonu hızlı kırıyor ve frene "çatt" diye basıyor. Üstüne üstük yolda eşarbı uçuyor ve bir ağaca takılıyor ve onu almaya çalışıyorlar :)



"Ya kemiklerim kırılırsa!" Komik kız :)

Bu bölümün de bitiş sahnesine bayıldım. Seung Jo: "Emniyet kemerini tak, anahtarı çevir" gibi direktifler veriyor Hani'ye ve araba birden geri geri gitmeye başlıyor, meğerse çekici gelmiş götürüyor bizimkileri :)



Son bölüm herhalde en güzel bölümdü. Bu bölümde Hani'nin doğumgünü yaklaşıyor ve Seung Jo'nun o gün nöbeti var. Tesadüfen doğum günü olayını duyan Seung Jo: "Doğum günün mü?" deyince annesi espriyi patlatıyor: "200 küsür IQ'n var hala karının en önemli gününü bile hatırlayamıyorsun!" :) Fakat bunun üstüne bizim oduncuk diyor ki: "Doğum gününün ne önemi var, her sene kutluyoruz zaten!" Kocanızın size böyle bir şey söylediğini düşünün, Hani de sabırlı kız ya :) Ama çocuk gerçekten kadın ruhundan anlamıyor, ona göre fazla çocukça tüm bu sürprizler, balonlar falan.. Fakat sonra Hani'nin boynu bükük küçük Emrah hallerine üzülüyor ve ona doğumgünü sürprizi hazırlamaya karar veriyor. Tabi önce O günkü nöbetini birine devretmesi lazım. Bunun için de bir çocuğun tüm ödevlerini bir gecede sabahlayıp bitiriyor kuzucuk. Oyyşş!!!



Ve kalpli balonlarla süslü arabasını gören Seung Jo'nun yüzündeki ifade çok komikti: "Resmen tüylerim ürperdi! Ah bu kızlar!" Her ne kadar hamile teyzemiz sürprizi bozsa da o ezilmiş pasta ve sağlam kalan tek gülle Hani en romantik doğum gününü yaşadı bence. Ama ona yetmez, kız sevgiye aç kardeşim. Seung Jo'nun söylediği doğum günü şarkısında "Saranghanın  Oh Hanii!" kısmını 5 kez tekrarlatmasından belli :)

Gördüğünüz gibi dizisini ne kadar beğenmediysem youtube bölümlerini o kadar çok sevdim bu dizinin. Çünkü başroldeki çocuğu ne kadar soğuk olsa da biraz olsun düşünceli, sevgi dolu biri yapmayı akıl etmişler sonunda. Ayrıca her bölümde farklı bir temanın olması da durağan olmasını önlemiş, ki dizisinde her bölüm aynı şeyler oluyordu. Her neyse ben bölümleri indirdim, dönüp dönüp izlerim bundan sonra. İzlemek isteyenler bölümleri şu linkten indirebilirler. Hepinize Kim Hyun Joong dolu günler diliyorum.. (Lucky Guy klibindeki gibi değil ama korkmayın^^)

***


Not: Resimler http://donnapie.wordpress.com bloğundan alınmıştır. 

11 Kasım 2011 Cuma

Misafir blogcu geldi haanım!

Hikaruivy yazısıyla bizlerle^^


Merhabalar. Ben hikaruivy. Masalevi'nin bloguna bugünlük misafir oluyorum. Öncelikle şu yazıda bu mim'i bana paslayarak blogundaki kalbi kadar temiz bu sayfayı (ahahah :D ) bana ayırdığı için Masalcığıma teşekkürlerimi ileteyim. Sonra da Lee'ye çemkireyim: Nerden sardın başıma bu işi o'lum?? İnanın ki şu ana dek yaptığım mim'lerden beni en çok zorlayanı bu oldu. Ne yazsam ne yazsam diye düşünmekten bir hal oldum! Öyle ya, benden masal'a bir hatıra kalacak bu satırlar; öyle sıradan bir şeyle geçiştiremem. Hem benim tarzıma, hem de onun bloguna uygun bir yazı olmalı. Ne yazmalı ki şimdi?? Aklıma gelen hiçbir şeyi beğenemedim; hatta kuralların aksine "bana bir konu ver masal!" diye kızcağızın başının etini yedim! (Lisede de kompozisyon yazarken en nefret ettiğim şey "hadi herkes istediği konuda bir şeyler yazsın" denmesiydi: Konuyu bulmak için harcadığım zamanda iki tane yazı yazardım ben yav... :P) En sonunda Lafea sağolsun, onun da yardımıyla, bana özgü bir konudan bahsetmeye kadar verdim: İkisi bir arada, yani Amerika+Kore!

New York'un ne kadar kozmopolit bir şehir olduğunu bilirsiniz ("herıld yani hikaru, bu da laf mı şimdi" dediğinizi duyar gibiyim. Tamam yav vurmayın :P) Her milletten insanın yaşadığı, her birinin kendi ghetto’larını oluşturduğu bu şehirde, her ülkeyi hiç gitmeden gezmiş kadar olmak mümkündür: Yunanistan’ı mı merak ediyorsunuz? Astoria Avenue’ya bir uğrayın derim. Çin ve İtalya’nın komşu olduğu bir dünya mı hayal ediyorsunuz? Birbirini çevreleyen sokaklarıyla Chinatown ve Little Italy’deki İtalyan restoranları, Çin marketleri, yan yana dükkanları işleten çekik gözlü ve İtalyan aksanlı insanlar size bu keyfi büyük bir mutlulukla yaşatırlar! Böyle bir şehirde Koreli’lerin de kendilerine yer edinmemesi mümkün değildir elbet: Üstelik Kore mahallesi tam da Manhattan’ın göbeğinde, 32. Caddededir. Caddenin 5. Ve 6. Avenue’lar arasında kalan bölümü “Korea way” (Kore yolu) olarak anılır. New York'a yolu düşen ünlü Koreliler'in bile sıklıkla ziyaret ettiği (Song Joong Ki yakın zamanda burada görülmüştü mesela... böhüü...) bu mahalle, benim de sık sık uğradığım ve çok sevdiğim yerlerin başında geliyor.



Korea Way’de hem Koreli göçmenlere, hem de New York’lulara yönelik pek çok dükkan bulmak mümkün: Birçok Kore  (ya da Japon) restoranı, kitapçılar, hediyelik eşya dükkanları, hatta Citibank’ın dışı Korece yazılarla dolu bir şubesi bile var burada. Ve elbette Koreliler'in olmazsa olmazı Karaoke barlar, Spa’lar, hatta bir de Kore müzesi bulunuyor. Ayrıca New York'ta pek bulamayacağınız türden Avrupai tarzda, muhteşem pastalar, tuzlu çörekler yapan "Paris Baguette Café" diye bir cafe de var. Sokaklardaki insanların çoğunluğu çekik gözlü. Yollarda İngilizce’den çok Korece işitiyorsunuz. Yine de şehrin ortası olması yönüyle çok da kendi içine kapalı bir bölge sayılmaz. Yani New Jersey - Paterson’daki Türk mahallesi için anlatılan, Amerikalı biri gelince “Abi turist geldi!” lafının duyulması hikâyesi burada mümkün değil :D Böyle bir şey için sanırım Queens’teki Kore mahallelerine gitmek gerekir -ki bu mahallelerde yaşayan toplam Koreli nüfusunun 230,000 civarı olduğu tahmin ediliyor... Yine de, Batı yakasındaki şehirlerin, örneğin Los Angeles ve San Francisco’nun sayıları milyonlarla ifade edilen Koreli göçmenlerine göre New York'taki bu sayı devede kulak kalıyor...

İşte size birkaç fotoğraf. Önce, birkaç genel görünüm:



Aşağıda ise birkaç sokak enstantanesi görüyorsunuz. (İnsanların dikkatini çekmeden bu fotoğrafları çekmek benim için oldukça zordu! Iphone'u kendilerine doğrulttuğum zaman "noluyoruz?" bakışı atan insanları görünce utanıp telefonda bir şeyler arıyormuş gibi yaptığım çok oldu... :P )


Bu kısacık sokakta bile yemek yenecek çok yer var: Pek çoğu da Zagat adı verilen ölçüm standardına göre yüksek puan almış, gerçek Kore yemekleri yiyebileceğiniz yerler:

Korea way'de fast food Kore yemekleri satan bir kompleks de var ki, girip bir tabak yemek yemeden edemedim :P Yediğim yemeğin ismi "Teppanyaki chicken" (artı yanında lapa pirinç ve soğan çorbası...); aslında Japon yemeği ama bakmayın, Japonların kimchi'yi sahiplenip "kimuchi" ismiyle dünyaya tanıtması gibi Koreliler de Japon yemeklerini benimseyip Kore restoranlarında satmaktan imtina etmiyorlar!



Bir kitapçıya girmeden gezimiz hiç biter mi? Harika Korece kitaplar satan, gıcır gıcır bir dükkandı burası. İngilizce yazılı manhwa'lar bulma umuduyla girdim; ama maalesef satmıyorlarmış :P Ben de Yoo Ah In'in yakın zamanda sinemalara gelmiş olan Wandeugi isimli filminin uyarlanmış olduğu kitap, sonracıma Jang Geun Suk'un posteri gibi tanıdık motiflerle eğlenip birkaç çıkartma ve kitap ayracı alarak bu güzel kitapçıdan ayrılmak zorunda kaldım.

İşte New York'taki Kore mahallesinden izlenimlerim böyle. Şimdi sıra geldi bu mim'i paslamaya: Sevgili kaktüsçiçeği makinosev'im, bu defa da ben seni bloguma davet ediyorum. -Aynı gıcıklığı sana da yapma pahasına belirteyim ki- istediğin her konuda yazı yazabilirsin (Artık kendisi hakkında anlatmadığın bir şey kaldı mı bilmiyorum ama So Ji Sub'lı bir yazı bile olur; eniştemizin başımızın üzerinde yeri var :P). Merakla bekliyorum çingu ;)

4 Kasım 2011 Cuma

Gu Jun Pyo'nun Balık Kekinden Yemek İsteyenler^^



En sevilen aktörler listesinde Gu Jun Pyo eminim ki herkesin en az ilk üçündedir. O öyle tatlı, öyle şapşal, öyle romantik bir karakterdir ki insana kendisini daha ilk bölümden sevdirir.. İşte ben de geçen günler dahilinde Boys Over Flowers'ı bilmem kaçıncı defa izlediğimde bu kuzunun yediği şu tuhaf şeyi merak ettiğimi fark ettim. Ufak bir araştırmanın ardından bu çubuklu şeyin genellikle sokak satıcıları tarafından satılan ve soju ile tüketilen "Eomuk" isimli bir yiyecek olduğunu öğrendim.. İngilizce ismi "Fish Cake", yani ana maddesi balık..



Kore'de eomuk malzemesi olarak beyaz etli balıkları tercih ediyorlar. Çoğunlukla mürekkep balığı kullanıyorlarmış. Diğer malzemeleri de genel olarak un, çeşitli yeşillikler ve baharatlar imiş. Bu yiyeceğin bir de sulu versiyonu var, baharatlı bir suyun içerisinde servis ediliyor eomuk, yemeği yeyip suyunu içiyor insanlar.

Neyse gelelim esas konumuzaa.. Ben de eomuk yapmayı denedim! Hem de çok güzel oldu, tarifini de sizlerle paylaşmasam olmaz şimdi :)



Tabi bizim balık kekimiz birazcık Türk usulü oldu, o kadarını da kabul edin artık :) Neyse gelelim malzemelerimize..

Malzemeler

-İki adet palamut (Ben sevdiğim için palamut kullandım. Siz başka beyaz etli bir balık kullanabilirsiniz.)

-Yeşil soğan

-Üç adet yumurta

-Maydanoz

-Un

-Tuz, karabiber, toz kırmızı biber,kuru  nane

-Galete unu

Yapılışı

-Önce kılçıkları ayıklanan balıkları suda haşlıyoruz. Yalnızz!!! Palamutta inanılmaz çok kılçık vardı, ben epey vakit harcadım temizlemek için, siz de çok dikkat edin, kılçık kalmasın balıkta.

-Yeşil soğanı ve maydanozu ince ince doğruyoruz. Sonra haşlanan balıkları sudan çıkarıp soğutuyoruz, ki balık hemen haşlanıyor, 10 dakika falan yeterli. Balıkları ince ince doğrayıp derince bir kabın içine alıyoruz. Kaba yeşil soğan, maydanoz, bir yumurta, tuz, karabiber, toz biber, kuru nane ve un ekliyoruz. Ve tüm malzemeleri yoğurmaya başlıyoruz.

-Sonra elde ettiğimiz hamurdan parçalar koparıp parmak şeklini veriyoruz. Parmak şeklindeki hamurları önce kırdığımız yumurtaya sonra da galete ununa buluyoruz ve ısıttığımız yağda kızartıyoruz. (Koreliler kızartırken susam yağı kullanıyor ama ben bulamadığım için ayçiçek yağı kullandım.) 

-Vee Türk usulü eomuk servise hazır! Ben "Gu Jun Pyo gibi çubukla yemek istiyorum" diyeniniz varsa o hali de mevcut efendim buyrunuz :)



Ben çubuk olarak bildiğimiz chopsticklerden kullandım, bence orijinalinde de bunlar kullanılıyor :) Eomuklarımız piştikten sonra onları çubuğa taktım, çubukla pişirmesi zor olurdu çünkü.

Her ne kadar Türk usülü pişirmiş olsam da eomuk denen şeyin gerçekten lezzetli bir yiyecek olduğuna karar verdim. Yazımı bitirirken son olarak buradan güzel insan Lee Min Ho'ya sesleniyorum: Kuzucum, stalkerların olarak yediğini, içtiğini her bir şeyini takip ediyoruz, ama korkma sasaeng* değiliz, sadece seni seviyoruz.. Değil mi gençler :)

Hepimize afiyet olsun^^

***


*Sasaeng: Hayranı oldukları idolün her hareketini 7/24 takip eden takıntılı hayranlar.

23 Ekim 2011 Pazar

Memory in Ft Island ve Heartache Etkisi..



Yurt dışı etkinliklerine biraz olsun ara verip Kore'deki hayranlarının gönlünü almak isteyen grubumuz mini bir albümle dönüş yaptılar sonunda. (Türkiye'deki bu zavallı hayranları da Korece albüm aşıyla yanıp tutuşuyordu ama neyse, benim de gönlümü aldılar işte ben öyle farz ediyorum :) ) Gerçi yıllardır göremediğim için tam albüm özlemiyle gün sayıyordum ama bu da bir şey :) 4 ayda bir böyle bir albüm gelsin ben razıyım, halimden memnunum kısacası :)

Bu albüm diğerlerinden farklı, sadece cover parçalardan oluşuyor. Ben hep diyordum şarkıların bir de Hong Gi versiyonu olmalı diye sesimi duydular sonunda :) 80'lerin, 90'ların şarkıları yeniden yorumlanmış, çok da güzel olmuş, Hong Gi ve Jae Jin harika iş çıkarmışlar yine, tüm şarkıları tükettim şimdiden.. Ama ama.. Bir Heartache var ki of of beni benden aldı kısaca..

1- HEARTACHE







Böyle güzel, böyle duygusal bir parça olamaz, dinlediğim an vuruldum, sadece gitar ve Hong Gi'nin sesi.. Gözlerini kapatıp saatlerce dinleyebilir bu şarkıyı insan.. Bir de şarkının 2. kısmında Hong Gi'nin söylediği kısımları Jae Jin'in söylesi çok güzel olmuş, çocuğun sesi duygusal şarkı söylemeye meyilli zaten, olmuş kısaca bu iş :) Haftalardır defalarca dinleye dinleye şarkıyı tükettim diyebilirim, hikayemin yeni bölümünde de kullandım, daha da çok yerde kullanılır, o potansiyel var bu şarkıda :)

Kısaca albümdeki favorim Heartache'dir.. Bu şarkıyı bize armağan ettiği için bizim minik oğlana teşekkür edip sıradaki şarkıya geçebilirim. Bu arada şarkının aslını da merak ettim ve üşenmeyip buldum.. Aslı da güzelmiş bence, ben sevdim.. Buyrunuz efendim :)

Heartache 1995 versiyonu:







 

2- LIKE THE BIRDS







Like the Birds çıkış parçamız. Klibini daha albüm çıkmadan önce çok merak etmiştim. Hani şu klipteki jipin sahibiyle ilgili haberler falan çıkmıştı. Ben klibin senaryosu değişir demiştim ama değişmemiş, yine jip vardı klipte ve yine 5 genç jipin tepesindelerdi. Onları gördükçe gülmekten kendimi alamadım, hala da alamıyorum. Neyse bu kadar dedikodu yeter, klip gayet güzel olmuş, Hong Gi kahküllü saçlarıyla iyiydi, fena değildi yani. (Bu arada hallyu star saçından sonra kahküllü saç modası mı baş gösterdi Kore'de, Jang Geun Suk da benzer saç modeliyle karşıma çıkıyor her yerde. Fena model değil ama bence erkeklere o kadar da gitmiyor..)

Neyse, klibin felaketi ödülünü Jae Jin yine kimseye kaptırmıyor sağ olsun. O saçlar, Rabbim!!! Yorum bile yapamıyorum, yorum sizin sayın okur :)

Şarkı da güzel, tam Ft Island tarzı bir cover olmuş, I Hope, Hello Hello tarzına yakın bir şarkıya dönüşmüş Like the Birds. Bu şarkının da orijinali nasıldı efendim çok merak ettim diyeniniz varsa buyrunuz :)

Like the Birds 1988 versiyonu:







Diğer 3 şarkı da yavaş şarkılardan oluşuyor, albüm slow ağırlıklı olmuş bu sefer. Ama ben Hong Gi'nin sesini yavaş şarkılarda daha çok sevdiğim için bana göre hiç sorun yok :) Bir de Jae Jin işin içine girince şahane şarkılar çıkmış ortaya, buyrunuz efendim, kulaklarımızın pası silinsin :)

3- EVEN YOU TEARS







4- NOT A TRUE GOODBYE







5- THAT PERSON IN SHINSADONG







Not a True Goodbye da favorilerimden.. Memory in Ft Island'ı dinleyin dinletin diyorum son olarak, hatta sadece ben demiyorum Yong Hwa da öyle diyor, onu kırmak olmaz şimdi değil mi ama :)

 

17 Ekim 2011 Pazartesi

Emergency: Aranan Kim Bum Filmi..



Kim Bum'u ilk olarak Boys Over Flowers'da izledim ve tek kelimeyle bayıldım.. Rolü, karakteri öyle ahım şahım bir şey değildi bilirsiniz ama sempatisi, tatlılığı, yakışıklılığı falan acayip göz dolduruyordu, kısaca sevdirdi kendisini. Daha sonra DVD alırken gözüme takılan "Death Bell"i alıp izledim, orada daha çocukmuş Kim Bum, şaşırmıştım onun o çocuksu hallerine :) Daha sonra çocuğun yeni filminin vizyona girdiğini, hem de başrolde olduğunu öğrenince filmi indirmek istemiş ama hiçbir yerde alt yazısını bulamamıştım. Geçen gün sevgili Makino'nun bloğunda bu filmden bahsettiğini görünce hemen indirip izledim, yoksa aklıma geleceği yoktu demek ki :)

Önce filmin konusundan bahsedeyim, Si Bum aktör olma hayaliyle yaşayan, figüranlık yapan bir gençtir. Arkadaşıyla birlikte bir benzincide çalışmaktadırlar. Bu ikilinin bar sahibi bir bir abileri vardır ve arada sırada o barda takılmaktadırlar. Yine oraya gittikleri bir gün Si Bum dans pistinde ağlayan Su Kyoung'u görür ve ona hemen aşık olur, daha sonra da bir şekilde tanışırlar. Fakat Si Bum tanışma pahasına bar sahibinin düşmanlarını kızdırmıştır, bu adamlar başına çok bela olacaktır.. Su Kyoung ise babasından nefret etmektedir, bir gün babasıyla deniz kenarına giderler ve kız kumsalda ağır yaralanmış olarak bulunur Si Bum tarafından. Kızın ameliyat masraflarını ödemek için hırsızlık yapan Si Bum bakalım bu yaptığının cezasını nasıl ödeyecektir ve Su Kyoung'a neler olacaktır?



Spoiler'sız yorumuma gelirsek, film biraz karmaşık. Daha doğrusu sahneler arası geçişler çok çabuk oluyor ve insan "Aaa, burası da neresi? Ee biraz önce kumsalda değil miydi bunlar?" falan diyor.. Kişi o  sahnelerin birbiriyle bağlantısını çözebildiği an filmi de çözdüğünü hissediyor, kısaca izleyicinin anlamasını bekliyor, izleyene bir şeyler sunmuyor filmimiz :) Böyle ortaya ufak ufak ipuçları serpiştirilseydi, flashbackler daha basit bir sıra ile verilseydi sürükleyici bir film bile denebilirdi Emergency için.. Yine de filmi sevdim ben, Makino'nun uyarıları sayesinde dört gözle izlediğim için kaçırdığım nokta pek olmadı sanırım, teşekkürler çingu :)



Oyunculuk konusuna gelirsek, Kim Bum 10 numara bir oyunculuk sergiledi filmde. Dövüş sahnelerinde, dramatik sahnelerde ve filmin gidişatında önümüze çıkan her türlü karmaşık sahnede oyunculuğunu konuşturdu, onu bu filmde çok beğendim ben.. Üstüne üstük yaşıtım olsa da onun jigolo olması fikri hoşuma da gitti denebilir, ehe ehe :) Filmde daha sonra Si Bum'un patronu rolündeki Bae Soo Bin de ağır abi rolünün altından kalkmış, o kaslı ve seksi halleriyle filme de renk katmış sağolsun :)



Biraz da filmden aklımda kalanlardan bahsedeyim, burada SPOILER vereceğim efendim, bilginize :)

Bir sahnede Si Bum yine zengin kadınlardan biriyle takılıyordu, kadının kadehine içki doldurdu, kadın içkiyi çocuğun yüzüne fırlattı, çocuk yine doldurdu, kadın yine fırlattı.. Ben tamam dedim çocuk şişeyi kadının kafasına boşaltacak, ama O tam tersi kadının önünde diz çöküp şişeyi kendi kafasından aşağı boşalttı ve elindeki çakmağı yakıp şöyle dedi:

"Sahip olduğum tek şey kemiklerimi saran bedenim..  Ama.. Korumam gereken biri var.. Onu korumak hayatıma mal olsa bile.."

Daha sonra çakmağı yakılı halde kadının önüne bıraktı.. Burada gözüme öyle tatlı göründü ki, ay senin korumalığını sevsinler demek geldi içimden.. Ama bu sahneden sonra kadın ne dedi neler oldu gösterilmedi, sahnelerin böyle çat diye kesilmesi çok fenaydı.. Neyse, bu arada bu Si Bum'a öylesine para için mi jigololuk yaptırıyorlar yoksa kadınlardan bilgi mi sızdırıyor, sızdırıyorsa ne bilgisi sızdırıyor bu kısmı anlamadım ben. Anlayan varsa sevabına açıklasın :)

Bir diğer sahnede de Si Bum hasta kız arkadaşıyla konuşuyordu:

"Su Kyoung.. Seni ilk gördüğümde dans pistinde ağlıyordun. Sanırım bunu görebilen tek kişi bendim. Sebebini biliyor musun? İnsan yalnızsa başkalarındaki yalnızlığı görmesi kolaydır. O kalabalıkta ikimiz de yapayalnızdık. Başlarda seni anlayamadım. Ama seni tanıyınca yaralı biri olduğunu fark ettim. Başından beri aynıydık biz. Korkma.. Hep yanında olacağım.. Bundan sonra hiç yalnız kalmayalım.. Bir daha birbirimizden ayrı kalmayalım.. Sen iyileşene kadar seni bekleyeceğim.. Canım yansa bile seni beklemeye devam edeceğim.. Çünkü seni seviyorum.."

Bu replikleri öyle çok sevdim ki kesmeye kıyamadan üşenmeyip hepsini yazdım.. İki yalnız insanın kalabalıkta birbirini bulması fikri çok hoş, çok romantik değil mi? Sen ağladığında seni sadece tek bir kişinin fark etmesi, acını hissetmesi, paylaşmak istemesi.. Aah iyice duygusala bağladım, neyse Kim Bum bebeğim burada da çok tatlıydın, ne olacak senin bu tatlı romantik çocuk hallerin bilemiyorum artık :)



Son olarak Si Bum'un kız arkadaşını her ziyaret ettiğinde ona hayali aktörlük maceralarını anlatması çok hoştu, kurduğu hayal dünyasına kızı da soktu, ona gerçekleri anlatamazdı tabi.. İyi bir aktör olabilirdi oysa ki, filmin sonundaki dövüş sahnesini de göz önünde bulundurursak hele..

Benden bu kadar.. Kim Bum'a dair sevdiğiniz dizi film varsa tavsiye almak isterim.. Filmin güzel mi güzel müziğiyle bitiriyorum yazımı, herkese iyi dinlemeler..